19. yüzyılda yaşanan değişimlerin müziğe nasıl yansıdığını anlattığım 1. Bölüm’de bahsettiğim gibi, bu yazıda aynı dönemde yükselen milliyetçilik ideolojisi ve bunun müzik ile olan ilişkisine odaklanacağım.

Biz tarihçiler gerek Avrupa’ya gerekse de Osmanlı coğrafyasına baktığımızda 19. yüzyılı milliyetçilik ideolojisinin yükselişe geçtiği bir dönem olarak tarif ederiz. Bu bağlamda bir tarafta Almanya ve İtalya’nın siyasi bütünlüklerini sağlamalarını irdelerken, diğer tarafta çok etnikli imparatorlukların ömürlerinin sonuna yaklaştığı bir dönemeci anlamaya çalışırız. Bu hikâyelerin hepsi de bir şekilde milliyetçilik tarafından şekillendirilmiş “ulus-devlet” anlatısına bağlanır.

Benedict Anderson ünlü kitabı Hayali Cemaatler’de (Imagined Communities) milliyetçiliği ve onun üzerinde temellenmiş ulus-devlet projesini anlatır. Ulusların hayal edilmiş, üretilmiş siyasi topluluklar olduğunu söyleyen Anderson’a göre bir ulus, var olmak için kendisini ötekinden ayıran millî bir kimliğe ve bu kimliği oluşturacak sembollere ihtiyaç duyar. Millî kimliğin oluşmasında da dil ve yazıya özellikle önem atfeder. Burada Anderson’dan özellikle bahsetme sebebim milliyetçilik ya da ulus-devlet teorisi özeti yapmak değil, daha ziyade konumuzla alakalı kullandığı bir kavrama değinmek: “unisonance.” “Hep bir ağızdan söylemek” anlamına gelen bu kavramla Anderson, milliyetçilik anlatısında önemli olan sembollerden dil ve yazıya ek olarak, müzikten de bahseder. İnsanların bir araya gelerek millî marşlarını hep bir ağızdan adeta tek yürek olarak söylemesini onları bir arada tutan bir bağ olarak görür. Ve ona göre bu bir ulus için önemli bir semboldür.

İşte 19. yüzyılda sivrilen milliyetçiliğin müzikle olan ilişkisi tam da buna işaret etmektedir: Müzik milliyetçiliklerin yükselişini de, ulusların kuruluşunu da besleyen bir öğe olmuştur. Tabii, müzik milliyetçi ideolojiye hizmet ederken, ters yönde bir ilişkinin varlığını da söylemek gerekir. Milliyetçilik de müziğin içeriğine, gelişimine etkide bulunmuş, onu güçlü bir siyasî mesaj taşır hale getirmiştir. Tabii bunun sonucunda da müzisyene de toplumsal/ulusal bir rol biçmiştir.

Varşova, Chopin’in Kalbi…

19. yüzyılda müzik ve milliyetçilik ilişkisini farklı ülkelerin tarihlerinden ve müziklerinden paralel olarak takip edebiliriz. Polonya örneği bence bu bakımdan ilgi çekicidir. Bugün Polonya olarak bildiğimiz coğrafya 19. yüzyılın başında üç farklı kuvvetin etkisindeydi: Rusya, Prusya ve Avusturya (Habsburg). Bu bakımdan milliyetçilik Polonya’da oldukça hassas ve canlı bir meseleye işaret ediyordu. Gizli cemiyetlerle örgütlenmeye çalışan Polonyalıların bu mücadelesi müziğe de yansımıştı. Bu bağlamda, yerel dildeki parçaların ön plana çıkması, halk müziğinin önem kazanmasının yanı sıra yüksek sanat olarak görülen klasik müzikte de Polonya ezgilerinin çokça kullanıldığını görüyoruz. Ünlü besteci Chopin bir taraftan 18. Yüzyıl müziğinin kozmopolitan yapısını devam ettirmeye çalışırken diğer taraftan Polonya’yı anlatan, Polonya ezgilerini barındıran Mazurka ve Polonaise besteleri yapıyordu. Bu haliyle de, müzikologlar tarafından müziğinde ‘milliyetçi’ ezgiler barındıran ilk bestecilerden biri olarak adlandırılmıştır. Polonya’da yükselen milliyetçi dalgaya başarısız 1830 ayaklanması büyük bir darbe vurmuştur ve bu başarısız devrim denemesi 1830 öncesinde gayet canlı olan müzik hayatının da sonunu getirmiştir. Bu ayaklanmadan çok kısa bir süre önce Paris’e giden Chopin, bir daha ülkesine geri dönememiş ama rivayete göre ölmeden önce kalbinin Polonya’ya gömülmesini vasiyet etmiştir. (Gerçekten de, biri Paris’te biri Varşova’da olmak üzere iki mezarı vardır).

1830 Polonya için negatif bir dönüm noktasıyken Habsburg etkisindeki Bohemya ve Moravya’da Çek, Macaristan’da ise Macar milliyetçiliği 19. yüzyılın özellikle ikinci yarısında yükselişe geçmişti. Polonya’dakine benzer şekilde müzikte yerelliğin öne çıktığı, folk dansların hâkimiyet kurduğu bir dönemece girilmişti. Yerel tınılar milliyetçilik için gerekli olan “eskiden beri var olma” işlevini yerine getiren önemli bir sembol olmuştu. Hatta milliyetçiler için halk şarkı ve danslarının “millî,” klasik müziğin ise “yabancı” olarak nitelendirildiği de oluyordu. Fakat Chopin örneğindeki gibi klasik müzik bestecileri, özü yansıtan yerel ezgileri muhakkak kullanıp klasik müziği de ulusala yaklaştırmaya çalışıyorlardı. Bu bağlamda millî bilinç, bestelerin isimlerine de yansıyordu. Çek besteci Smetana’nın ünlü eseri “Ma Vlast” yani “Vatanım” Bohemya kırsalını, tarihini ve efsanelerini ortaya koyuyordu. Tam olarak milliyetçi diyemesek de Franz Liszt Macar halkından esinlenerek bestelediği eserine “Macar” Rapsodileri (Hungarian Rhapsodies) ismini koymuştu.

Benzer şekilde, dilin milliyetçilikteki öneminin bu denli önemli olduğu bir dönemde, hem Çek hem de Macar topraklarında sergilenecek operaların dilinin ne olacağı konusu deyim yerindeyse bir savaşa dönüşmüştü. Bir taraftan Almanca operalar devam ederken  yeni açılan opera binalarında Macarca ve Çekçe temsiller yapılmaya başlanmıştı. Ve şunu da belirtmek gerekiyor ki yeni açılan “ulusal” konservatuarlarda, “ulusal” opera binalarındaki “ulusal”; artık Avusturya’yı değil, Çek ya da Macar’ı simgelemeye başlamıştı.

Wagner
Wagner

Avustuya-Macaristan İmparatorluğu’nda milliyetçilik farklı etnik grupların otonomi isteğini anlatırken, Almanya’da ise birleşmeyi simgeliyordu. Alman milliyetçiliği açısından Wagner oldukça sembolik, ama aynı zamanda tartışmalı bir isimdir. Wagner için “enstrümental müzik, Almanların sahip olduğu tek şeydir; onun hayatı ve yaratıcı gücüdür.” Bence Wagner’i yukarıda sözünü ettiğim Chopin ve Lizst’ten ayıran temel şey, Wagner’in çıkış noktası itibariyle toplumcu, siyasal ve Alman büyüklüğüne kendisini adamış olmasıdır. Bu bakımdan bir Alman milliyetçisi de olsa yaptığı müzik ve taşıdığı ulusal mesaj diğer ülkelerdeki- örneğin Rusya ve Polonya- müzisyenler tarafından örnek alınmış, onlara ilham kaynağı olmuştur. Tabii Wagner’in – tıpkı Schumann gibi – koyu bir Yahudi karşıtı olması ve Hitler’in faşist düşünce sisteminde önemli bir yerde bulunması kendisini müzik tarihinin en tartışmalı kişiliklerinden biri haline getirmiştir. Fakat şu bir gerçektir ki 19. yüzyıldaki “Almanlık” düşüncesi Wagner’den ayrı kesinlikle düşünülemez.

Kısacası müzik, 18. yüzyıldan 20. yüzyıla geçtiğinde, kozmopolit bir yapıdan daha ulusal bir yapıya evrilmişti. Milliyetçilik için dönüm noktası olan 19. yüzyılın bu bağlamda müziğe etkisi büyük, müziğin de ideolojiyi destekleme işlevi önemlidir. 20. yüzyılda da müziğin milliyetçilikle olan ilişkisi sürecek, hatta bazı örneklerde ırkçılığa doğru kayacaktır. Mesela, 1. Dünya Savaşı sırasında, Alman müzikologların en çok ziyaret ettiği yerler esir kampları olacak,  (cepheden sonra en çok şarkı söylenen yer, esir kamplarıdır) oradaki müziklerle ilgili çalışmalar yapılacak, kitaplar çıkarılacak ve 1930’larda bu çalışmalar salt müzikal benzerlikler sebebi ile örneğin Polonya’nın aslında Almanya’ya ait olması gerektiğine dair söylemlerde kullanılacaktır. Daha üst bir noktada ise, majör tonların sadece Ari ırklar tarafından kullanıldığı gibi saçma iddialar ortaya atılacaktır… Ulus, millet, ırk kavramlarının müzik ile olan ilişkisi ise sona ermeyecektir…

 

*Jim Samson (ed.), The Cambridge History of Nineteenth-Century Music (Cambridge; New York: Cambridge University Press, 2001).

*Jim Samson, The Late Romantic Era, From the Mid-19th Century to World War I (New York: Palgrave, 2002)

*Philip V. Bohlman, Focus: Music, Nationalism, and the Making of the New Europe, (New York: Routledge, 2004)

*Benedict Anderson, Imagined Communities, (London: Verso, 1983).

Yanıt Ver

Lütfen yorumunuzu yazınız
Lütfen adınızı yazınız