Geçtiğimiz ay – biraz geç de olsa – Downton Abbey’i izlemeye başladım. 6 sezondan oluşan yapım, 1912-1926 yılları arasında İngiltere’de aristokrat bir ailenin başından geçenleri anlatıyor. İlk bakışta ailenin entrika dolu hayatının resmedilişi gibi görünse de, dizinin aslında iki önemli vurgusunun olduğunu söyleyebiliriz: Birinci Dünya Savaşı’nın dünyada ve Avrupa’da yarattığı kırılma ile bu kırılmanın etrafında oluşan “değişim.” Öyle ki, Birinci Dünya Savaşı’nın yarattığı ekonomik çöküş, Bolşevik Devrimi, Weimar Cumhuriyeti’nde nasyonel sosyalizmin yükselişi gibi dünya tarihine damgasını vuracak meseleler dizide sık sık konuşuluyor. Ve tüm bu siyasî arka planın yanında izleyici toplumdaki kadın-erkek rollerinin sorgulandığına, evlerde kullanılan elektriğin yaygınlaştığına, eve telefon hattının kurulduğuna ve ilk kez radyonun alındığına; kısacası hayatların nasıl değiştiğine tanık oluyor.

1920’lerde esen değişim rüzgârlarını müzik alanında da görebiliyoruz. Dizide evin genç üyesi Rose tarafından malikâneye sürpriz bir doğum günü eğlencesi için çağrılan jazz grubu ve icra ettikleri müzik o kadar “yeni” ve 1920’leri o kadar iyi anlatıyor ki, bu yazıyı o bölümü seyrettikten sonra yazmaya karar verdim. Çünkü, evin yaşlı ve muhafazakâr kontesi Violet Crawley‘nin ilk dinlediğinde “sizce herhangi biri diğerinin ne çaldığını biliyor mu?” diyerek iğnelediği, Amerika’dan sonra Avrupa’yı da kasıp kavuran Jazz müziğin hikâyesi, dönemin ruhuna ışık tutabilecek güçte olması dolayısıyla oldukça önemli görünüyor.

Jazz ve Downton Abbey
Jazz ve Downton Abbey

Jazz’ın ortaya çıkışı ve özellikle yaygınlaşması, dünyanın teknolojik ve kültürel olarak yaşadığı bir dönüm noktasıyla aynı zamana denk geliyor. Teknolojik olarak, kültürel üretim piyasasında daha önceki müzik türlerinin çok da sahip olmadığı bir şeye sahip oluyor Jazz: müzik kaydı teknolojisi. Jazz’ın ortaya çıktığı dönem ile önemli müzik şirketlerinin kurulduğu tarih de paralellik gösteriyor. 1917 yılında dönemin ünlü gruplarından Original Dixieland Jazz Band ilk jazz kaydını yaptıktan sonra bu müziğin hikâyesi ile kayıt neredeyse el ele ilerliyor. Zaten türün çağa adını verecek şekilde hızlı yayılmasının sebebi biraz da bu kayıt meselesi.

Original Dixieland Jazz Band’ın Avrupa’daki bilinirliği ilk kaydını yaptıktan sonra artıyor ve bir sene sonra grup İngiltere’ye gidip çeşitli performanslar sergiliyor. Amerika’dan İngiltere’ye yayılan müzik, savaş sonrası dönemin ilk şoku atlatıldıktan sonra Weimar Almanya’sı ile devam ediyor. 1925’ten sonra Berlin’de Jazz Club’lar açılıyor. (Bir başka önemli merkez Viyana’da bu dönem Jazz pek rağbet görmüyor, Viyanalılar klasik müzikte ısrarcı olmaya devam ediyorlar)

ODJBcard
Original Dixieland Jazz Band

O dönem belirli kesimler Jazz müziği dünyanın ikinci “virali” olarak adlandırıyor. İlk virali, tahmin edebileceğiniz üzere İspanyol gribi. 1920’ye gelindiğinde 50-100 milyon arası cana mâl olmuş İspanyol gribinin Jazz’ın yaygınlaşması ile karşılaştırılması, dönemin değişime ayak uyduramayan insanını güzelce özetlemesi açısından önemlidir: Jazz da grip kadar ateşli ve sarsıcıydı, hareketli ve dur durak bilmeyen bir dans içerdiği için de bedeni yıpratıp ruhu kirletiyordu ve aynı grip gibi gençleri daha çok etkiliyordu.

Jazz müziğin Avrupa’da yayılması Birinci ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra olmak üzere iki dalga şeklinde gerçekleşiyor. İkisinin de savaş yılları ertesinde gerçekleşmesi kesinlikle tesadüf değil. Çünkü Avrupa her iki savaştan sonra da sosyo-kültürel bir krizle karşı karşıya kalıyor. Almanya ve Avrupa’da Jazz’ın gelişimini inceleyen Ostendorf’a göre, insanların Jazz’a aşırı bir sevgi ya da nefret beslemesi bu kriz dönemini anlatan en önemli örneklerden birini oluşturuyor. Çünkü klasik müzikten Jazz müziğe geçiş onlar için sadece müzik zevkinin değil, dünyanın değişimini de simgeliyordu. Bir modernleşme krizinin tam ortasında Avrupalıların jazz müziğe duydukları sevgi ya da nefrette gelenekle yeniliğin, üst sınıflarla alt sınıfların, ebeveynlerle çocukların, öğretmenlerle öğrencilerin çarpışmasını görüyoruz.

Amerika’da çoğunlukla Afro-Amerikalıların yaptığı müziğin Avrupa’daki bir başka simgesi ise özgürlüktü. 1918’den sonraki dünya, bir daha hiçbir zaman o eski dünya olmayacaktı ve ister ırksal isterse kültürel olsun Jazz müziğin insanlarda oluşturduğu o özgürlük hissi bazılarında nefret uyandıracaktı. Özgürlük, eski üstünlüklerini kaybetmeye başlayan aristokratik ve geleneksel sınıf hikâyesinin üstünde bir meseleydi. Nazi rejiminin Jazz kulüplerini yasaklaması, ya da Stalin Rusya’sının Jazz’la arasının hiç iyi olmaması bir tesadüf değildi: Jazz, totaliter rejimlerle iyi geçinemiyordu.

Jazz’ın bir başka anlamı da Avrupa merkezli dünyanın artık çökmekte oluşudur. Amerika 1. Dünya Savaşı sonrasında her ne kadar içe kapalı politikalara yönelmişse de ve Jazz Amerika’da da Avrupa’dakine benzer tartışmalar yaratmış olsa da, bu müzik çeşidinin Amerika’dan Avrupa’ya gelip bir hegemonya kurması gelecek günlerin habercisi gibidir. Zaten Jazz’ın 2. Dünya Savaşı’ndan sonra “eski” dünyaya daha da agresif bir biçimde girmesi, Avrupa’nın teknoloji ve kültür açısından Amerika’ya bakar hale gelmesinin sadece tek bir örneğini oluşturacaktır…

Downton Abbey’nin bir bölümü Avrupa ve Jazz hakkında düşündürürken, aklıma gelen bir başka soru Türkiye oldu. Maalesef Türkiye’deki Jazz serüveni ile ilgili fazlaca bir çalışmaya internet üzerinden ulaşamadım. Ancak bu konuda yapılmış Türkiye’de Caz isimli bir belgesele rastladım. Belgesele göre Jazz’ın Türkiye’deki serüveni ikinci dalgaya, yani İkinci Dünya Savaşı sonrasına daha çok vurgu yapıyor. Fakat, 1950’liler Jazz’ın Türkiye’de ilk icra edildiği dönem de değil. Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında Jazz’ı Türkiye’ye özellikle gayrimüslimler ve mütareke döneminde İstanbul’da bulunan Beyaz Rus mülteciler tanıtıyor… Sanıyorum 1950’ye kadarki bu dönem, biraz daha araştırma gerektiriyor.

*Brian Morton and Richard Cook, The Penguin Jazz Guide (London, New York: Penguin Books, 2010).
*Berndt Ostendorf, “Subversive Reeducation? Jazz as a Liberating Force in Germany and Europe,” Revue Française D’etudes Americaines, (2011): 53-71.
*Lawrence W. Levine, “Jazz and American Culture,” The Journal of American Folklore, vol.102, n.403, (1989): 6-22.

2 YORUMLAR

  1. Ellerine, kalemine sağlık.. jazz ve onun felsefesi hep ilgimi çekmiştir… Derslerde zaman zaman müzik türlerine ve neyin yansıması olduğuna değinmeye çalışırım… Bu yazın da benim için güzel bir referans kaynağı olacak….

  2. Beğendiğinize sevindim! Ben de müzik tarihini ve tabii ki o müziğin filizlendiği siyasal kültürel ortamı önemsiyorum. Galiba kuru tarihi özetlerden daha çok şey anlatma gücüne sahip! Umarım başka bir yazı daha yazabilirim bu alanda…

Yanıt Ver

Lütfen yorumunuzu yazınız
Lütfen adınızı yazınız